17 Temmuz 2009 Cuma

Trevanian / Shibumi





Gizem kelimesi insanı en başından alıp, sonuna doğru hızla sürükleyen bir kelime olur kitabın içinde. Takma adı Travenian olan yazarın Shibumi' si de tam anlamıyla böyle bir kitaptır okuyucusu için. Zeki, soğukkanlı, tam olarak hiçbir millete ve kültüre ait olmayan, olamayan, en sıradışı roman kahramanı Nicolai Hel, kim olduğunu yalnız yayımcısının bildiği gizlerle dolu yazar Trevanian'nın kitabının kahramanıdır. Sıradanlığın altındaki olağanüstülüğü konu alan kitap, bilgiden çok bir anlayıştır. Bir japon felsefesidir. İnanılmaz özelliklere sahip bir kahramanı ve soluksuz bırakacak hareketli anlatımları ile Shibumi, Trevanian'ın en başarılı kitabı olarak anılır. Romanda anlattığı müze soygunu ve bazı cinayet detayları hayata geçirilince Shibumi tekrar basılmış ve bazı bölümler kitaptan çıkarılmıştır.

Kitap, yazarının yarattığı Nicolai Hel'in yaşam öyküsünü anlatıyor. Anlatmak ile kalmıyor aslında Trevanian, yaşatıyor okuyucusuna kitabının her sahnesini.

Sıradışı biri olan Nicolai karakteri Rus bir annenin ve Alman bir babanın kanını taşıyan Japon terbiyesine göre eğitim gören ve beşik dili olarak 4 dil bilen biridir romanda. 25 yaşına geldiğinde ise 7 dili ana dili gibi konuşabilen Nicolai, kendisini Go oyununun felsefesine göre kontrol eder. Yanlızca şanslı insanların yaşayabildiği, mistisizim'e doğuştan sahip bir çocuk olan karakter Nicolai, bunaldığında ya da biraz dinlenmeye ihtiyacı olduğunda mistik yolculuğa çıkar ve birkaç dakika içinde tamamen arınmış, dinlenmiş olarak kendine gelir. Hintli rahiplerin yıllarca eğitim görerek ulaştıkları Nirvana'ya varma huzuruna o doğuştan sahiptir. Kötü olaylar sonucunda bu özelliğini yitirecek olan Nicolai' in aslına hükümetler ve örgütler adına adam öldüren kiralık bir katil olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalırız Shibumi'de sayfaları çevirdikçe. Çıplak elle adam öldürme sanatını her kademesine kadar bilen Nicolai'ın yakınlık duygusu sayesinde havadaki titreşimlerden izlendiğini anlayan ve çevresindekileri hissedebildiği için bir tek kare resmi dahi çekilememiştir.

Kitaptaki gizem sadece romanın içinde kalmıyor aslında. Gizem, yazarının hayat öyküsünü araştırmaya başladığımızda da bizi bırakmıyor. Yaşadığı yerin sadece yayımcısı tarafından bilinen Trevanian'ın gizemi kendisi öldükten sonrada devam ediyor. Mezarının yerinin bilinmemesini vasiyet eden yazar, Shibumi'de çeşitli ırklara yapılan zekice göndermeler, japon kültürü, ikinci dünya savaşı, devletler arasındaki çıkar hesapları hakkında verdiği fikirler ile de kitabı daha da okunabilir kılıyor. Kurgu cambazı bir yazarın usta kaleminden bir kitap okumak isteyen herkes Shibumi'yi alıp, okuyabilir. İçinde Nicolai Hel ile birlikte bir yolculuğa çıkmaya hazırsanız aklınızın kemerlerini şimdiden bağlamaya başlayın.

14 Temmuz 2009 Salı

Çark ve Onun Küskün Çiçekleri




Berlin.. by =rooze on deviantART

Araya hayat girdi ve ayırdı kader yolları...Zaman tik- tak, tik- tak işledi durdu ve kurt kemirdi tahtayı. Yaşlandı insanlar Berlin duvarı gibi...Zaman doğurdu ölenlerin yerine yenilerini...

Bir kara yazı gibi sarıldı boyunlara sinsi sinsi kader...

İnanmadılar 2 ile 2' nin 4 ettiğine ve icat ettiler hesapmakinesini bir daha ve bir daha toplamak için. Böldüler sonra çarptılar ve çıkardılar hayatlarından sadakati. Çarklar döndü yalanlarla ve havamız kirlendi egzos dumanlarıyla. Doldu kulaklarımız yarattığımız kirlikle. Sesler yankı yankı, kelimeler eğri büğrü, kupkuru cümleler tıpkı ölü kuşlar gibi... Çırılçıplak bedenlerimize uygun yalnızlık ve Bitler küçücük küçüçük, ayıklandı kafalardan. Arı soktu iğnesini, kanattı futursuzca etlerimizi. Zehirledi ve zehirlendi.

Martılar denizlere aşık, denizler şehirlere... Zaman acımasız ve tenler buruş buruş ama öyle yumuşak ki ten, sanki hiç değmemiş gibi saflığına zaman, pamuk pamuk...

Kimileri katil oldu, kimileri katiller doğurdu. Ve sonra köleliğe acı bir çığlık gibi hayat verdi insanlık. Bencilleşti ve özelleştirildi özgürlük. Dünya'yı keşfetmeyi unutmadılar ve tabi ki de yüzbinlerce boğaz boyu yol aldılar denizlerde.Kirlettiler her gittikleri yer gibi sabahın ilk ışıklarıyla uyanan günü de. Tüyleri diken diken eden bombalar, patlatıldı birer birer. Bomba sesleri, sinsi bir yılan gibi sessizce sızdı çocukların çığlıklarıyla oyun alanlarına sonra. Dünyalar karardı, günün ağardığını sanıp, ebediyete uzanan bir uykuya yatar gibi uykuya daldı kötülüğü karanlıkla gölgeleyenler. Düşen bir kar tanesinin rengi temas ettiği an Dünya ile griye çaldı. Çaresizlik, insanlığın içini -yalnızlığın insanı sardığı gibi kapladı anbean. Çaresizlik gafil avlandı sonra yalnızlık tarafından. Modern zaman hastalıkları çıktı ortaya.Hasta, kuraltanımaz ve niceleri... Çaresi ise çaresizliğe inat sadece arınmaktı.

İçimizdeki isyan tohumuna rağmen korktu gözümüz kısacası tüm bu olanlardan.Yarattıkları bu kaostan korktular tırsaklar...

Ve kandilin biten gazı gibi doğaya yabancı, özüne yabancı insanlar yetişti aramızdan. İçine kapanık, kırgın, küskün belki de küstürülmüş...İnsana özgü duyarlıktan yoksun bireyler haline gelen toplum, zamanında acı çeken ama yine de sorgulayan, savaşan ve uyanan bir dönemden; gözleri kör, den ikulakları duymayan, içleri çürümüş maskelerden ibaret, savaşmayı bırakın sevişmeyi bile bilmeyen süs çiçeği gibi sulandıkça büyüyen, üretmeyen aksine tüketen bir dönem insanı haline geldi. Kurt dişerini gıcırdata gıcırdata çözülemez labirentin içinde döndü durdu senebesene. Dehşetengiz denizler köpürüp, ırmaklar taşarken bile kimsecikler farkedemedi hayata bir iplik gibi bağlı korkularımızı. Sorgusuz sualsiz güvenmekte buradan geliyor olmalıydı, kibilebilirdi.

Teslimiyet bir dönemin bağımsızlığı için...Teslim olmak ise bir dönemin sonunu hazırlayanlara öğle yemeği gibi...

Geç kalmışlığa dur!, diyen bir insanoğlu çıkmadı aramızdan.Tarih bu ya; tekrar etti ve etti, döndü durdu çark, küskün çiçekleri yetişip dururken...

Bölük pörçük hayatların arasına iki cümleyi ayıran virgül gibi girdi elinin kiri, sevgili para, para yüzünden çıkan kavgalar ya da...

Öznesi olmayan cümleler gibi insansız savaş uçakları süzüldü martılar yerine gökyüzünde. Hiç olmamış gibi, hiç yaratılmamış gibi davasına baş koyan içsizler, durmadı akıttı kanları olanca hızıyla. Ortak yol bulmaya değil, uzlaşmaya hiç değil, savaşa; sadece kendi sesini duyurmaya çabaladılar. Yeminsiz tutan dua, zamansız öten horoz gibi bir yanımız masum, diğer yanımız her şeye kifayetsiz kaldı. Gökkuşağının tüm renkleri için kapitalizmin durağından başlayıp, sömürücü kıtalar boyu uzanan sularda boğulmayan yazgıya inanan bir kaç kişi nefes alabildi dünya üstünde.Gerisi tutundu ve düştü...

Yol aldı başını ve su izinde aktı, durdu. Sabıkalı tüm acıların yaraları kabuk kabuk, tekrar tekrar kanadı. Mezar kazıcılar, dramlık bir seyirde, ellerinde kürekleri nöbetteydiler oysaki.

Kaldırım haline geldi hayatlar; sokaktan dünyaya açılan mekanların kaldırımları gibi aşınan,yoğrulan...Meşaleleri ellerinde sadece kendi çapını aydınlatan fikirleriyle devrim yaptıklarını sanan bir avuç, savaşa giden askere zırh giydirir gibi insanı da kahramanlaştırmak için tozlu yollara döktü sonra ve önceleri gibi. Halbuki insanlık zinciri tamamlar gibi tututuşsaydı el ele; ne kölelik kalırdı dünya üstünde ne de karanlıklar, körebe oynar gibi...

Ne yaparsın ki üstündeki toprağı silkelemekten aciz, mezar kazıcılarla işbirlikçiler, gürleyen gök gibi kükremeyi bildi, konuşmayı değil. Varoluşun en başında yapılmış bir hata, yokluşumuzun sonunu yazdı adeta. İçinde her türlüsünü besleyen yanlış, doğrunun imtiyazı oldu ve bitti gazı kandilin, söndü ardından usulca...

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Düşeşi / Dilimin Mesken Tuttuğu Mekanlar




Kelimelere dokunduğum an yitirdiler anlamlarını birer birer. Amacım onları öksüz bırakmak değildi oysaki, bilemedim...

Kalbimizden çıkıpta aklın yolunda ilerlerken kazara uğradılar dilime söylenecekler; tartamadım ağırlıklarını, söyleyiverdim.

Söylendikleri an yeni kimliklerine kavuştular ama özgürlük değildi bu onlar için, düşünemedim...

Yüklendikleri ağırlık...taşıyamadılar ağırlığı. Hesaplayamadığımdan değil, cüsselerinden büyüktü ve taşıyamadılar, bilemezdim...

...

Yağmur ve esen rüzgara karşı gemisini yüzdürmeye çalışan bir denizcinin feneri bile daha bir aydınlık; amacı, kelimelere yüklediğim anlamlardan daha bir açıktı artık. Şahlanmış yolunda ilerlerken dilimi dinleyenler, gözleri ürkek bakışlar içinde ve korku doluydu mantığımın hayat verdiği doğrular - ki o sıra kalbi ayaklanmış terkediyordu iki büklüm olmuş bedenimi. Ruhum beter bir korkuyla kaskatı, yanan gür ateşin içine içine yürüyordu usulca.

Alaşağı olmuş bir denizin atı olabilirdi ancak ve ancak cezalandırılmayı hak etmiş dilim.

Dilim, kemiksiz; dilimin mesken tuttuğu mekanlar ise kapkaranlık bir dehliz...
...

Gücünü toplamaya çalışan bedenim depreme uğramış bir kaya gibi parça parça iken, sırtını duvara yaslamış gerçekler, neye uğradığını şaşırmış, tökezlemeye başalayan kelimelerime saldırmaya hazırlanıyorlardı anbean.

Aldığı nefes, nefes değilmiş gibi bezgin, düşünceleriyle kavgalı bir adam dehşetengiz bir şekilde yürüdü doğruların önünden ve söylenmişleri arkasında bırakarak sonra...

Karanlıklara gebe bir odayı aydınlatır gibi aydınlattı her çakışında şimşekler ışığa muhtaç bedenimi;

Aydınladı dilimin mesken tuttuğu yerler, Daydınlandı dehlizlerimin korkuları korkusuzca.

...

Düşünceli adam içi cehenneme dönmüş bir savaşın gazisi gibi topallıyordu bol ışıklı, dar bir mekanda. Dondurucu soğuk ile savaşan ve kardelenlerin mekanı karlı dağları aşmaya çalışan, düşmanın göğsüne korkusuzca silah dayayan 20'lik delikanlı yoktu artık savaş alanlarında. Karlara göğüs germiş 20'lik şimdi yağmurlara bile direnemez olmuş, eriyordu incecik bir kağıt misali deli gibi yağan yağmur altında.

Kemiksiz, söz söyleyecek oldu ki susturdu kalbim dilini.

Göklerin yırtılırcasına seslenişi, anlamların yüklendiği kelimeleri çalkalamaya yetiyordu oysa ki.

Sustu bedenim...

Sustu ve susmak o an konuşmaktan çok daha anlamlı kıldı söylenecekleri.

Sessizlik, düşeşi gibiydi o an söylenmesi gerekenlerin ve düşeşini dinledi kemiksiz dilim...

Gardı sert, kabuğu kalın tenini soydu düşeşi. Kan yaladı bereketli topraklarımı ve düşünceleriyle kavgalı adamın arkasından o da yitip gitti.

...



Antony and the Johnsons

8 Temmuz 2009 Çarşamba

İsveç' te bir Türk : Lütfi Özkök





"Ben ünlüler ile çalışmam,ilklerin fotoğrafçısı olmak isterim" diyen profesyonel portre fotoğrafçısı Lütfi Özkök, aralarında Orhan Pamuk'un da bulunduğu otuzdört Nobel ödüllü edebiyatçının portresini aynı zamanda bir fotoğraf albümü olan "Nobel Ödüllü Edebiyatçılar " adlı kitabında topladı.

Lütfi Özkök, yarım yüzyıldan fazla bir süre boyunca dünyanın dört bir yanından edebiyatçıların portresini çekti.Portre fotoğraflarında kusursuz bir çekim tekniği ve karanlık oda çalışmasının yanı sıra, her başarılı portre fotoğrafında olduğu gibi, fotoğrafı çekilen kişinin ruh dünyasına, kişiliğine ilişkin özgün bir yorum getirmeyi ihmal etmeyen ünlü fotoğrafçı, Paris'te öğrenciliği sırasında tanıştığı Anne Marie ile evlenerek 1950'de İsveç'e yerleşti.
1953 yılında Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, Fazıl Hüsnü, Cahit Külebi, Lasse Söderberg ile birlikte İsveççe "Brödet och Karleken" olan (Ekmek ve Sevda) küçük bir el basması şiir antolojisi yayınladı.1964 yılında ise Sundsvall Şehir Müzesi’nde Varşova’dan Resimler ve Dünyadan Yazar Portreleri sergisi, İsveç’in birçok kitaplık ve müzesinde bir yıl süreyle dolaştırıldı. 1965 yılına gelindiğinde ise ünlü fotoğrafçının sergilenen fotoğrafları, basında çıkan eleştiri yazılarıyla birlikte Foto Expo Yayınevi tarafından kitap biçiminde basıldı. 1966 yılında İsveç Hükümeti Lütfi Özkök'e, sanat çalışmalarını serbestçe sürdürebilmesi için arka arkaya iki yıllık burs verdi. Başarıya doymayan sanatçı 1999 yılına kadar bir çok başarılı sergiye imzasını attı. 1999 yılında ise Paris'te, Fnac’in Montparnasse Foto Galerisi’nde Karma 65 Yazar ve Sanatçının sergisi ile dünya turuna çıktı. "Küçüklüğümden beri insan yüzünde gizemli bir çekicilik bulurum " diyen Özkök'ün çektiği fotoğraflar, Newsweek, New York Times, World Literature Today, Books Abroad, Encyclopaedia Britannica, Les Lettres Françaises, L'Express, La Quinzaine Littéraire, Die Zeit, Der Spiegel, The Observer gibi dünyanın önde gelen yayın organlarında kullanıldı. "Nobel Ödüllü Edebiyatçılar" adlı kitabında, aralarında Orhan Pamuk'un da bulunduğu otuz dört Nobel ödüllü edebiyatçının portresi yer alıyor.Sadece bir fotoğraf albümü olmayan kitabında ayrıca, Lütfi Özkök üzerine Osman İkiz, Folke Isaksson ve Feridun Andaç'ın yazıları, Osman İkiz'in yaptığı söyleşiler, Nobel Edebiyat Ödülü'nü veren İsveç Akademisi Daimi Sekreteri Horace Engdahl'le yapılan söyleşi de yer almakta. Her bir edebiyatçının kısa yaşamöyküsü, ödül nedeniyle yaptıkları konuşmalardan alıntı ve ödülün verilme gerekçesi, Alfred Nobel ve Nobel Edebiyat Ödülü Madalyası hakkında bilgiler, 2006'ya kadar bu ödülün verildiği edebiyatçıların tam listesiyle kitap, bir fotoğraf albümü olmanın ötesine geçiyor. Sanatçının objektifinden "karanlığa can vererek" çekilmiş o eşsiz siyah beyaz portre fotoğrafları, sanat sevenleri fotoğraf evreninde doyumsuz bir yolculuğa çıkarmayı başarıyor."Ben ünlüler ile çalışmam,ilklerin fotoğrafçısı olmak isterim" diyen fotoğrafçı, 2002 yılında İrlandalı-Fransız yazar Samuel Beckett ile Beat Akımı’nın babalarından William S. Burroughs’un portreleriyle Fnac Fotoğraf Koleksiyonu’nun Milano ve Torino’da açılan sergilerine katılarak İsveç Hükümeti tarafından Illis Quorum Liyakat Madalyası ile onurlandırıldı. 81 yaşında olan Lütfi Özkök, sanat yaşamının bundan sonraki aşaması için ise `Fotoğrafını çektiğim yazarlar arasında Nobel`i alan 35. yazar çıkar mı biliyorum. Çünkü yaşım ilerledi. Artık pek fotoğraf çekmiyorum. Ama şans bu, bakarsın çıkar.` diyerek, aktif fotoğrafçılığı yavaş yavaş sonlandırıdığını belirtiyor.Ancak arşivindeki portreler hala gazete ve dergilerde yer alıyor ve yer almaya da devam edecek gibi gözüküyor.

Ayn Rand The Fountainhead / Hayatın Kaynağı





Aradan yıllar geçer, gönüllü eliniz gider Fountainhead'e. Kitabı okumaya başladığınız andan itibaren hele ki içinizde sizi saran bir mimar olma isteği var ise Ayn Rand'ın Fountainhead'de ki ( Hayatın Kaynağı) tek tabancası olan karakteri - Howard Roark ile birlikte bu istek daha da iştahlanıp, kabarıyor. Kibiri bir kürk gibi taşıyan, dünyanın adaletsizliğini küçümseyip birkaç küçük sözü ile mimaride kopyanın yasak olmasını yüce ruhu ve idelalleri ile anlatacak kadar kati kararlılığa sahip Roark karakteri, sizi de etrafınızda dönen adaletsizliğe bir diş geçirmeye itiyor. Romandaki tüm karakterlerin zaman zaman yoğunluğu değişse de; beş ana karakter tek bir amaç etrafında toplanıp, Howard Roark'dan tek bir şeyi istiyorlar: Değerlerini değiştirmesini!

Oysa ki Rus asıllı yazar Ayn Rand'ın ideali olan karakteri - Roark'ı kendi idealalleri ve doğruları etrafında güçlü bir bağ oluşturan, başkasının tarzını herhangi bir alanda, özellikle de mimaride asla alışkanlık haline getirmeyen bir karakter olarak yaratır. Ayn Rand Fountainhead'de ki diğer beş karakterin Roark'tan istekleri karşısında Roark'ı içinden çıkamayacağı bir savaşın içindeki dikenli yollarda yalnız, zaman zaman işsiz fakat doğruları dışındaki tüm düşünceleri reddeden ve istediği, inandığı binaları yapan bir mimar olarak ona hayat verir, büyütür. Salt felsefi, asırlar sonra bile hala tartışılabilecek bir klasik hatta başyapıt olma özelliği taşıyan Fountainhead'i evrensel çağrısıyla uzun bir metin olmaktan alıkoyamıyor. Felsefi yönü ile romanlarında bireyci bir tavır takınan Ayn Rand, tüm hırsı kendi için mükemmel olanı yaratma isteği olan bir mimarı önüne dikilen istinat duvarı gibi bencillik ve egoizmin arasında bir aşkın içinde bulduruyor kendini. Bu aşk ne bir proje oluyor Roark için ne de dikilmesi gereken bir bina. Roark ve Dominique aşklarını hayatları gibi ya siyah ya da beyaz yaşarlar Fountainhead' de. Grinin barınamadığı, kitabın okuyucusuna sorular sorduarak kendini, içinde bulunduğu dünyayı sorgulattığı Fountainhead, aşkın varlığını öyle yoğun, mürekkebini öyle sağlam bir şekilde yayıyor ki satırlara; insan elini daldırıp kuma ve suya kaleler yapmak, kaleleri yıkacak dalgalar için surlar çekmek istiyor etrafına. 1943 yılında yayımlanan Fountainhead, 1930'lı yıllarının iş dünyasının şimdiki zamandakiyle aynı olduğunu ve aşkın, hele ki aşkın her lehçede aynı dile sahip, 757 sayfalık kara kaplı 3. hamur bir kitap olduğunu kanıtlıyor okuyucusuna. Okuduktan sonra başka bir yazarı ve başka bir kitabı sevemeyeceğiniz için henüz Fountainhead'i okumadıysanız başucu kitabız için bir boşluk yaratın derim ben. Sinsice içinize sinecek olan Fountainhead, kötü ile iyiyi, siyah ile beyazı alaşağı ederek sizi siz olmaktan çıkarıp içinizdeki Ben'in ateşini fitilleyecek, yüzyıllar boyu tek silah olarak kullanılan adaleti özgürleştirerek sizi Fountainhead'i okuyanlar arasına çekecektir. Uykudan da derin bir duyguyla okuyucusunu saran Fountainhead, "Benim felsefem, özünde, hayattaki ahlaki amacı kendi mutluluğu olan, varlığının yegane amacı ve en yüce eseri olarak yaratıcı üretkenliğini gören kahramansı bir varlık, bir insan konseptidir." diyen yazarı Ayn Rand tarafından hazırlanmış raflarda okuyucusuyla bir bütün olmayı bekliyor.

Alın, okuyun; mücadele edin, düşünün! Boşluğa sürtünen tutunamamışlığınızı hiçliğinize terk ederek; dünden çalıntı olmayan yarınlarımız için, Fountanhead !

Pastel Zarlar: Wrong!

Pastel Zarlar: Wrong!

4 Haziran 2009 Perşembe

Keşfediş



Kendimize karşı içten olma eğilimini gösterme kararı almadan hemen önce düşünülmesi gereken çok önemli bir nokta var:

Kendimizi ne kadar tanıyoruz?


Bu soruyu daha önceleri b
ir çok kez sormuştum kendime fakat bu sefer beni bu soruya yönlendiren olaylar diğerlerden farklı bir şekilde gelişti. " Eve dönüş" sırasında rastladığım Paulo Coelho'nun " Portobello Cadısı" elime geçer geçmez bir solukta okuyup yuttuğum kitapların arasında yerini aldı ve kaçınılmaz soru belirdi aklımda:

Kendimizi ne kadar tanıyoruz?

Athena adlı gizemli bir kadının Şirin Halil kimliği altında doğup son
raları evlat edinmesiyle değişen hayatının nasıl ruhsal ve duygusal bir yolculuğa kanat açtığını, onu tanıyan belki de daha yeni tanıyacak olan 3. kişilerin ağzından sade ve süssüz bir dil ile ruhani bir biçimde okuyarak bir başkaldırışa tanıklık etmiş oldum. Carl Gustav Jung düşünelerinin de desteklediği kitap aslında satırlarında mesajını açık bir biçimde gözler önüne seriyordu okuyucusuna.

Kimliğinin ve varoluşunun gerçekliğini keşfetme isteği adı Şirin olan bir kadının isminden başlayarak kimliğini ve gerçekliğini yaratmaya başlamasıydı okuyucusunu saran.

Gizemli güçlerin ruhunda salık vermesiyle normal hayata uyum göst
eremeyen Rumen bir çingenenin gayri meşru kızında hayat bulan Aya Sofya!yı kendi içinde keşfedişi, duyguları ve müziğin etkisiyle içinde gizli olduğu temel noktasının diğer insanlar olduğu Verteks'i içinde uynandırmasıyla ışığa kavuşan Athena'nın bir bedel ödemesiydi okuyucusuna gönderdiği mesaj. Grup bilincine kavuşan Athena insanlara tinsel gücü ve bedenle ruh arasındaki ilişkiyi güçlendirerek birinci evimiz olan evren ile daha da bütünleşmeyi öğretmeye başlar başlamaz gerisinin çorap söküğü gibi geldiği, sayfaları adeta yalayıp yutarak okuduğum Portobello Cadısı, bir keşfediş oldu benim için. Kim olduğumuzdan emin olmasakta herkesin yarattığı kendi gerçekliğinde yaşadığı yadsınamaz bir gerçekti ve kutsal sırları aktarmayı, hepimizde var olan bilinmeyen gücü uyandırmayı keşfedişi yutturmuştu mürekkebi kitabın satırlarına.

Ve aşk aşktı. Öyle yazıyordu 3. ağızların asla gerçekliğinden em
in olamadıkları ama tüm herşeyden daha da gerçek olan sevdiği adamın yazdığı satırlarda. Athena'nın kendine hayran bir gazeteciyle konuşmasının arasında geçiyordu bu söz.

Aşk aşktı...

Kendimizi ne kadar tanıdığımız aslında kendimize ve çevremize olan bilinçliliğimiz ve farkındalığımız ile ölçülebirdi ve Athena, aşkı bilinçli bir şekilde yaşadığını ve aşkı sadece üç harf ile tanımlayabilmesiyle onu aslında ne kadar derininde sakladığını kanıtlıyordu.


" ... Athena'nın, görevin yerine getirilmesinden başka bir isteği yok..."




22 Nisan 2009 Çarşamba

caNSIZ nesNELER


Cansız nesneler kendi kendine düzelemezler.Kırmak, yırtmak ya da soldurmak bir ötekini, ruh taşımayan için gereksiz, önemsizdir. Canı içinde taşıyan varlık, insanoğlu gibi düşünebilen ise ki tektir, nesneleri anlamlaştırma çabası içine girer. Onlara kişilik yükler, kendi sahipliği ile bir büyütür, bakar ve öldürür. Büyütür, susuzluğu dinsin ister insan, boşluğu dolsun, yarası kapansın. Bakar ona, bakar ki kendinden fazla, belki de anlam yüklemesi bundan gerek. Onunla bir nefes alır sanki nesne, onunla ağlar ya da sevinir herhangi bir şeye. Küçük ya da kendinden büyüğü dinlemez insanoğlu - körü körüne deyimi yerinde, görmez gözü bir çıbanı bile. Arka çıkar, sahiplenir doğrularını alıp götüren tüm yanlışlarına. Bir saniye önce ezip geçtiği kaldırımı öteki saniyesinde öpmek ister dengesizliği gibi beyni, yapamaz ama. Etiketi vardır onun, üstünlüğü. Bir kere çalışır beyni hiç bir canlının sahip olamadığı şekilde. Ee! daha ne!!!

Üstün kılan insanı bu mu ki bir nesneden? Can varsa; var o da diğerinde...

Oluşum içinde bir varlık iken insan hissiyatı vardır, hatırına düşen kalbini sızlatır... İlk zar, bir kabuğa dönüşmeye başladıkça da insan, hissizleşir, taş gibi kesilir kalbi. Örtmek ister kabuğunu belki çirkin göründüğü içindir bu istek, bilinmez. Örter, uyuyanı örttüğü gibi yavaşça, kapatır. Ağlayamaz olur, zaman geçer damlalar kristallere döner. İnine saklanır, kaçar insan. Abartılar ile yok eder varoluşu düşünen. Kişilik yüklemesi ensilikten dar geldiği zaman, iç dışına yapar baskıyı, patlatır dikişlerini anbean. Mahveder ki arayış, işte o zaman başlar can için. Nesne olur boşluğu dolduran camdan bebekler gibi. Sorar insan kendi içindeki ruhtan yoksuna. Sorar, der ki, Söyle ben ne yapayım?

Cevap gelmez, bekler. Susmaz içi, sarsar belirsizlik, feleğin çarkı çevirir iradeyi cezbene. Eskiyi ister, kirletilmemişi. Aranır, ilk bulduğuna sarılır canlı. Yükler kendi sesinin söylediğinin aksine bir ruh, cansız nesneye. Sonra ona bakar, büyütür ve öldürür onu bilinçsizce... Örter uyuyanı kabuğunun çirkin yanını göstermemeyi yeğlediği gibi.Örter korkularını. Yüksekten düşer gibi...içinden birşey kayar gider boşluğunda. İçindeki her küçük taş için insanoğlu tüm büyük nesnelere tapar...halbuki hepsi cansızlar!


sÖ.